Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Rabb’in hoşnutluğunu kazanma ve kulluğun hakkını verebilmek için dört esas olduğunu söylüyor: ‘Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak ve şükr-ü mutlak’. Bu esaslar içinde en önemlisinin ise şükür olduğuna işaret ediyor.
Şükretmeden mi yaşıyoruz? Yahut ne kadar şükrediyoruz? Başka bir deyişle gerçek şükürle tanışmadığımız için mi nimetler artmıyor? Allahü Teâlâ, İlahi Beyan’daki birçok ayet-i kerime ile kullarını ehemmiyetle şükre davet ediyor. Âl-i İmran Sûresi’nde şükredenleri mükâfatlandırmayı vaat ederken, İbrahim Sûresi’nde “Şükrederseniz, elbette daha çok veririm.” buyuruyor. Rahman Sûresi’nde otuz bir defa geçen, “Rabb’inizin nimetlerinden hangi birini inkâr edeceksiniz.” ifadesiyle ise şükürsüzlüğün bir tekzib ve inkâr olduğunu gösteriyor.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, 28. Mektup Beşinci Mesele’de şükür konusunu müstakil olarak ele alıyor. Risale-i Nur eserlerinde sık sık ve değişik vesilelerle bu konudan bahseden Üstad için şükür, tefekkür sisteminde son derece önemli kavramlardan. Hacim olarak küçük, muhteva açısından büyük olan Şükür Risalesi’nde Üstad Hazretleri, şükrü ahlâkî ve tasavvufî bir kavram olarak ele alıyor. O’na göre şükür, “Âlemin yaratılışının (hilkat) en önemli neticesidir.”
Şükür ve hamd, birbirinden farklı iki kavram
Şükür hakkında çok söz söylenmiş, bu kavramın birçok tanımı yapılmış. Müfessir Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili adlı eserinde şükür kavramını tanımlarken şükür ve hamd kelimeleri arasındaki farkı şöyle değerlendiriyor: “Şükür, geçmiş olan bir nimete kavlen, fiilen veya kalben Mün’imini tazim ile mukabele etmektir. Sadece fiilen veya kalben yapılan şükür ne medihtir ne hamd. Lâkin lisan ile kavlen yapıldığı vakit hem hamd hem medih olur ve bu hamd şükrün başıdır. Hamd ve şükür, ikisi de bir hakk u hakikat aşk u inşirahı ve binaenaleyh ahlâkı olmakla beraber, hamdde mana-yı şevk, şükürde mana-yı sadakat daha barizdir. Bu suretle şükür bir mâzi-i mütehakkıkın hatıra-i tebcili olduğundan daha zor, yapanları daha azdır.” Fethullah Gülen Hocaefendi ise şükür ile hamdin farklılığına şu şekilde dikkat çekiyor: “Şükür, mevcut bir nimet karşılığında Allah’a mukabelede bulunma demektir. Hamd’de ise bir mukabele meselesi söz konusu değildir. Bu itibarladır ki bu dört esas arasında hamd değil de şükür tabiri kullanılmıştır. Aslında burada ciddî bir şekilde şuura parmak basma hususu da söz konusudur.” Şükür konusu üzerinde tafsilatlı bir şekilde ilk duran mütefekkirlerden İmam Gazzali de şükrü sabırla birlikte ele almış. Şükür konusunu detaylı bir şekilde inceleyerek tevhid ile şükür arasındaki ilişkiye dikkat çekmiş. Bu kavramın hakikatini kavrayabilmek için şükrün, ilim/bilme, hal/hissetme ve amel/yapma olmak üzere üç ciheti bulunduğuna işaret etmiş. Bu sebeple şükür, kısaca ‘nimeti, nimeti verenden bilme, nimetin verilmesinden dolayı mutluluk hissetme ve nimeti veren kişinin maksadına ve sevgisine uygun bir şekilde davranma’ olarak tanımlanmış.
İlahi nimetlerin terki değil, şükrü gerekiyor
Bediüzzaman Hazretleri, şükrü; “Nimetleri doğrudan doğruya Cenab-ı Hak’tan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını hissetmektir.” şeklinde tanımlıyor. Bu sözüyle o, şükrün, bilme, dile getirme ve hissetme şeklinde Gazzali’nin de temas ettiği üç farklı yönü üzerinde duruyor. Ancak nimetlere ihtiyaç hissetmeyi, son merhalede zikrederek, bu duyguya sahip olmanın önemine ve zorluğuna işaret ediyor. Bediüzzaman, nimetin nimet olduğunun farkına varmak ve kıymetini takdir etmeyi ‘manevî şükür’ mefhumu içinde değerlendiriyor. Nimetin kıymetini bilme esasına dayalı iktisatlı yaşamayı ve nimetin kıymetini anlamayı temin eden orucu ‘manevi şükür’ olarak nitelendiriyor. İsraf ve iktisatsızlığın şükrün zıttı olduğunu, “Hâlık-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise şükre zıddır, nimete karşı zararlı bir küçümsemedir. İktisat ise nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır.” sözleriyle ifade ediyor. Musibet ve hastalık zamanlarında Cenab-ı Hakk’a karşı şükür hisleriyle dolu olmanın, nimetin ve sağlığın değerini anlamamızı temin eden en samimi kulluk hali olduğunu; “Musibet zamanında yapılan şükür, musibetin her saatini bir gün ibadet hükmüne geçirir. Zira bu tür ubûdiyete riya giremez.” şeklinde değerlendiriyor. Bediüzzaman, bazı mutasavvıfların ‘terk-i dünya’ anlayışına karşı ‘şükr-ü mutlak’ kavramını öne çıkarıyor. Dünya nimetlerinin terkini değil, İlâhî nimetlerin kıymetinin bilinip hakkıyla tanınması ve Rahmet-i İlâhiye’nin lütufları üzerinde tefekkür edilmesi gerektiğini söylüyor.
Şükrün de kazası var
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Mesnevi-i Nuriye Zeylü’l-Habbe’de şükrü şu şekilde değerlendiriyor: “İ’lem Eyyühel-Aziz! Cenab-ı Hak seni ademden vücuda ve vücudun pek çok eşkal ve vaziyetlerinden en yükseği müslim sıfatıyla insan suretine getirmiştir. Mebde-i hareketin ile son aldığın suret arasında müteaddid vaziyetlerin, menzillerin ve etvar ve ahvalin her birisi sana ait nimetler defterine kaydedilmiştir. Bu itibarla, senin geçirmiş olduğun zaman şeridine elmas gibi nimetler dizilmiş, tam bir gerdanlık veya nimetlerin enva’ına bir fihriste şeklini veriyor. Binaenaleyh geçirmiş olduğun vücudun her menzilinde ve vaziyetinde, etvarında, ahvalinde, ‘Nasıl bu nimete vâsıl oldun? Ne ile müstehak oldun? Ve şükründe bulundun mu?’ diye suale çekileceksin. Çünki vukua gelen haller suale tâbidir. Amma imkânda kalıp vukua gelmeyen şeyler suale tâbi değildir. Geçirmiş olduğun ahval, vukuattır. Gelecek ahvalin ademdir. Vücud mes’uldür, adem ise mes’ul değildir. Öyle ise mazide şükrünü eda etmediğin nimetlerin şükrünü kaza etmek lâzımdır.”
Hayatın gayesi
Fethullah Gülen Hocaefendi, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin şükür konusundaki beyanatlarını şu şekilde değerlendiriyor: “Bediüzzaman Hazretleri, Lem’alar’da, kâinatın gayesinin hayat, hayatın gayesinin de şükür olduğunu ve bunun aksine, hayatın gayesini, ‘Rahatça yaşamak, gafletle lezzet peşinden koşmak ve heveskârâne nimetlenmektir’ şeklinde tarif edenlerin hayat hakikatine karşı küfrân-ı nimette bulunduklarını ifade eder. Mektubat’ta da, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesinin iman-ı billâh olduğunu belirtir. Klasik kitaplarda şükrün nevileri çerçevesinde kavli, fiilî ve hali şekillerinin olduğu üzerinde durulmuştur. Vakıa bunlara fikrî şükrü eklemek de mümkündür. Evet, insan, kafasında sürekli olarak topyekûn varlık ve insanlığın mazhariyetlerini düşünmesi, bütün bunlar Cenab-ı Hakk’ın nimetleri olması itibarıyla fikrî birer şükürdür. Bunları, yer yer diline dolayıp tekrar etmesi kavlî şükür; diliyle söyleyip ibadet ü taatla mukabelede bulunması fiilî bir şükür ve bütün bu hususları sürekli vicdanında duyup yaşaması ve bu duyuşlarını tavırlarıyla ifade etmesi de hali bir şükürdür.”
http://ift.tt/1qjPmCz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder