21 Ağustos 2014 Perşembe

Hükümet ve Cemaat: Gerçekte kim, ne yaptı?

Hükümet ve Cemaat: Gerçekte kim, ne yaptı?


Bu yazı, Türkiye’de son 10 yıldan fazla bir süredir yürütülen büyük operasyonları Cemaat’in yaptığı varsayımı altında yazılmaktadır.




Çünkü iktidar, Ergenekon ve yolsuzluk gibi operasyonları, hükümetten bağımsız olarak Cemaat’in yaptığını söylüyor. Erdoğan’a yakın çevre, ekonomi bürokrasisinden içişlerine, özerk kurum ve yarı özelleştirilmiş büyük şirketlerden askeri bürokrasiye ve yüksek yargıya kadar üst düzey yönetimlerin Cemaat tarafından işgal edildiğini, bunların tasfiye edilmesi gerektiğini söylüyor. Ayrıca hükümet ve destekçileri, bu kumpasçı ve paralel kadrolarla kuşatıldığı halde, halk ihtilali niteliğinde yüksek bir başarı elde ettiğini de iddia ediyorlar. Aslında açıkça şunu demiş oluyorlar: Bizim iktidarımız döneminde ne yapıldıysa, Cemaat kadroları yaptı, biz de seçim zamanı bu başarı veya başarısız politika ve uygulamalar neticesinde halkın karşısına çıktık, oy talep ettik. Hükümetin tüm seçimlerde aldığı oy oranındaki trend dikkate alındığında, şimdilerde hükümet yandaşlarının ağızlarından düşürmedikleri, Türkiye’de hiçbir iktidarın gerçekleştiremediği başarılı ve halk adına devrim niteliğindeki politikaları da aslında hangi kadroların gerçekleştirdiği açığa çıkmış oluyor. Ama hükümet ve destekçileri, vakıayı çarpıtarak, farklı bir durum olarak yansıtıyor. Bunu neden ve nasıl yapabildiklerini, yapılanın ne anlama geldiğini açıklamaya çalışalım.


Teoriden dersler


Buna göre bu türden bir çarpıtmanın teorik temeli, dünyanın her yerinde seçmenin sahip olduğu temel karakteristik olan tam bilgi eksikliğidir. Yani işin doğası gereği seçmen, eksik bilgiye sahiptir ve siyaset uzmanları da bunu politikalarına alet ederler. Bilgi eksikliği ne kadar yüksek olursa, manipülasyon yoluyla politik pragmatizme alet olma olasılığı ve dolayısıyla siyasi getirisi de o kadar yüksek olur. Bunun ima ettiği diğer sonuç, asimetrik bilgi altında eğer bilgilendirme kanalları da politikacı tarafından manipüle ediliyorsa, bu politik oyunda siyasetçinin kazanımı, olabilecek en yüksek seviyeye çıkabilir. Yani şimdi oyunun doğası, siyasetçi için politik çıkar maksimizasyonudur. Türkiye’de şu an olan, tam olarak budur. İktidarın politika uzmanları, seçmenin bu genel niteliğinin farkında oldukları ve bilgi edinme yollarını da neredeyse tamamen kendilerine bağımlı hale getirdikleri için, bu türden durumları manipüle edip, siyasi ranta dönüştürebiliyorlar. Öyle ki ihtiyaçları olsa, bu yazıda geçen seçmenin tam bilgi eksikliği bahsini kullanarak, Zaman gazetesindeki yazarların halkı küçük ve cahil gördüğünü iddia edip siyasi rant elde edebilirler. Neyse ki şu aşamada bu kadarıyla uğraşmak için yeterli motivasyona sahip olmadıklarını düşünüyorum. Çünkü, şu anda meşgul oldukları ne varsa, hepsi işe yarıyor. İstedikleri desteği alıyorlar ve bu sayede, usta, reis, dünya lideri vs. oluyorlar. Bu kadar başarılı manipülasyon sonrası ilave bir şey yapmaya gerek kalmıyor. Ses tonunu yeterince iyi ayarlayıp bir iki güzel şiir dizesi eşliğinde, Amerika’ya ve çocuk öldüren İsrail’e laf ettikten sonra, ölenlerin sayısının 2000’e yaklaştığı günlerde 3 de gol atınca, dünya lideri oluveriyorsun. Yani atılan gollerin anlamı, bilgideki eksikliği ne türden bir manipülasyon ile doldurduğuna bağlı olarak değişiyor. Şöyle düşünün. O golleri tam da o vakit, CHP lideri atmış olsaydı...


Ancak bu durumun tek kötü yanı, sonuçlardan elde edilen kazanımın, kısa vadeli olmasıdır. Uzun vadeli etkisi, tam bilginin zamanla herkes için erişilebilir olduğu durumlarda, politikacı için yıkıcıdır. (Cumhurbaşkanlığı seçiminde bilgiye erişim konusunda daha ilerde olan Batı illerindeki oy dağılımı ile aynı bilgiye ulaşım konusunda geride kalan daha doğu illerindeki oy dağılımı, önceki seçimle karşılaştırıldığında bu durum anlaşılabilir.) Ama burada da rasyonel politikacı bilir ki, siyaset de uzun dönem, iktisattaki uzun dönemden farklı olarak, çok daha belirsizdir ve kısa dönemli kazanımların etkisi, uzun dönemde daha belirleyicidir. Yani politikacı, kısa dönemde yeteri kadar suni rant oluşturduğu ve dağıttığı sürece, uzun dönemde ortaya çıkacak gerçek bilginin şerrinden tedrici olarak korunabilir. (Yine aynı Batı illerinde doğru bilgiye eriştikleri halde, yalan dolan siyasetine prim verenlerin büyük kısmının, bu ranttan bir şekilde pay alanlar olduğu açıkça görülebilir.) Çünkü seçmenlerin, uzun dönemli etkilerden elde edeceği kazanımın azlığı ve belirsizliği, uzun döneme ilişkin algısını azaltmaktadır. Yani siyasetin aktörleri kısa dönemli getiri ile ilgilenirken, iktisadın aktörleri, daha ziyade uzun dönemli sonuçlarla ilgilenirler. Bu temel fark, aynı zamanda, siyaset piyasasında politika yapıcıların neden kısa vadeli pragmatik ve miyopik politikalar peşinde koştuklarının rasyonelini de açıklamaktadır. Ama dediğimiz gibi vakit gelip eksik bilgi sorunu ortadan kalktığında, Müslümanların katledildiği gün ve gecelerde, İslamcılık siyaseti yaptığı halde, futbol oynayıp gol atarak dünya lideri olmanın gerçek veya ucuz anlamı da karşılığını bulur. Bu nedenle son zamanlardaki bu çarpık siyasetin sonuçlarını önümüzdeki dönemde göreceğimizden emin olabilirsiniz. Zor olasılıklar, ama buna bir de rantta kayıp sorunu eklenirse, etki daha hızlı olacaktır. Sonuç olarak bu siyaset tarzının toplumdaki karşılığının rasyoneli açık. Hiç de dendiği gibi devrim niteliğinde bir sosyal statü değişimi söz konusu değil. Sadece devletin dağıttığı rantın yönü değişti ve bunu da siyasal İslamcılar çok sevdi o kadar. Türkiye’de temelli bir burjuvazinin bu zamana kadar hiç olmamış olması, bazılarını merkez çevre ilişkilerindeki değişim konusunda heveslendiriyor olabilir, ama bir iki enerji, otoyol ve bina inşaatı almakla bu değişimin olmayacağını da görmeleri gerek. Devrim tanımlamasının yanında bu değişim, kumdan bir kale olarak kalıyor.


Uygulamadan dersler


Gelelim her şeyi ‘tek kötü’ olarak Cemaat yaptı lakırdısına. Hükümetçi basın/gazete benzeri araçlardan aldığımız bilgilere göre geleneksel bürokrasi dışında, yüksek yargı kurumları ve ekonomi bürokrasisi de Cemaat tarafından ele geçirilmiş durumda ve bu kadroların birinci öncelikli iş olarak temizlenmesi gerekiyor. Çünkü bu zevata göre asıl bu kadrolar sorunlu. Bakalım öyle mi? 2002 sonrası ekonomik başarının temel taşları, 1990’lardaki Kemalist yüksek yargı mensuplarının tasfiyesi ve reformist politikalara imkan tanıyan yargı kurumları ile ekonomi bürokrasisiydi. Şöyle düşünün. Hükümet, 50,5 milyar dolarlık özelleştirme geliri elde etti ve bununla, övünmeyi çok sevdiği yol ve hastaneler yaptı. Bütçeyi denk tutabildi. Kovduğunu iddia ettiği IMF’ye olan borçlarını böyle ödedi, hatta faiz dışı fazla verdi. Özelleştirmelerde ağırlıklı pay, elektrik, doğalgaz, telekomünikasyon ve ulaştırma alanındaki varlıklara ait. Yani hükümet, aynı özelleştirmeleri, 1990’larda yapmış olsaydı, o dönemin hükümetleri gibi hiçbir şey yapamayacak ve IMF’yi kovduk diye böbürlenmek yerine ondan borç istemek zorunda kalacak, bütçesinden otoyol yapmak için pay ayıramayacaktı. Çünkü o zamanın yargı kadroları, aynı özelleştirmeleri, kamu yararı gereği, kamu hizmeti kapsamında değerlendirerek, Anayasa’ya aykırı bulup reddetmekteydiler. Dolayısıyla paralel diye yutturulmaya çalışılan bu yargı kadrosu, hükümetin önünü açan kilit aktördür. Çünkü aynı anayasa yine vardı ve o anayasadaki kamu yararı, kamu hizmeti ve Kemalist devletçilik ilkesi aynen durmaktaydı. Ama bunu yorumlayan yargı mensupları değişmişti ve bunlar, aynı metni reformist bir yaklaşımla yorumlayarak, hükümetin önünü açıyorlardı. Aynı şekilde ekonomi bürokrasisindeki uzman kadrolar da, 2002 sonrası ekonomik performansın tartışmasız başat aktörleriydi. Hükümetin, kendisiyle elde edildiğini söylediği ne kadar başarı hikâyesi varsa, hepsinde temel rol bu kadrolara aitti.


Son olarak kumpasçı danışmanın dediklerinden anladığımız kadarıyla, Ergenekon ve Balyoz gibi Eski Türkiye’yi bitirici vuruşların tamamı da, Cemaatçi kadrolardan gelmiş. Ayrıca zamanın genelkurmay başkanı, ‘boru bu boru’ alaycı tavrıyla, durumu geçiştireceğini zannettiği bilgilendirme toplantısında, açıktan gerçek hasımlarının hükümet değil de, ‘Boğaz’ın karşısındaki’ düşman olduğunu söyleyerek, aslında derin devlet tasfiyesinin gerçek sorumlusunun kim olduğuna da işaret ediyordu. Yine aynı generalin yakınlarda itiraf ettiği gibi doğrudan Başbakan’a bu kadroları ihbar ediyor ve Başbakan da hesap sormak yerine hafif tabirle durumu idare ediyordu. Çünkü vakti geldiğinde bu kadroların, Cemaat yaftalaması ile iplerini pazara çıkarmanın getirisi yüksek olacaktı. Nitekim oldu da. Böylelikle bir taşla birkaç kuş vuruldu. Siyasetçi daha ne isteyebilirdi ki. Eski Türkiye tasfiye edildi. Tüm bu başarılı projelerin gerçek kahramanları suçlu, iktidarsa temizdi. Ve oy ticaretindeki tüm kazanım da hükümete aitti. Üstelik, bunları yaptığı için milletin adamı olanlar, gerçekten bu işleri yapanları millete ihanetle, devlete paralel olmakla ve dış güçlerin ajanı olmakla suçluyor ve bu adamın milleti de bunu bal gibi yiyordu. Vakti geldiğinde yollarda beraber yürüdükleri dava arkadaşlarını satma konusunda da mahir olan bu siyaset anlayışı, böylece kurumsallaşmış oluyordu. Buna da siyaset dendiği için herkes, ahlakla ilişkisi açık olan bu durumu meşru görüyordu. Ne diyelim, siyasal İslamcıların bir zamanlar demeyi çok sevdiği gibi kahrolası Batı işi siyaset ve demokrasi ilişkileri.


TAMER ÇETİN



http://ift.tt/1phkeDa

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder