15 Eylül 2014 Pazartesi

Yalanlamak, yalancılar ve şakşakçıları

Yalanlamak, yalancılar ve şakşakçıları


Yalancılar ne kadar çaba sarf etseler de hiçbir zaman hakikatin nurunu söndüremeyeceklerdir. Onların, en nihayetinde elde edecekleri kendilerine müjdelenen “acı bir azap” olacaktır. Çünkü hakikatin ışığı, nuru o kadar parlaktır ki hiçbir “effak” onu bir nebzecik bile olsun karartmaya güç yetirememiştir.




Dini ıstılahta “tekzib” olarak karşılık bulan “yalanlama”, yalan söyleme anlamındaki “kizb” kökünden türemiştir ve “doğru bir haberi yalanlamak” demektir. Tasdik (doğrulamak) kelimesinin zıddıdır. Tekzib kelimesinin fiil şekli (kezzebe - yükezzibü) Kur’an’da 177 defa geçmiştir. Kur’an’da yalanlayıcılara mukezzib denilmiştir. Çoğul şekli olan “mukezzibin” 20 ayette geçmiş ve bununla Allah’ı, peygamberini ve ayetlerini yalanlayanlar kastedilmiştir. Yalanlayıcılık, kâfir ve münafıkların vasfıdır. Kur’an’da, yalanlayıcıların cezasının cehennem (Zümer Sûresi, 39/32), alevli ateş (Furkân Sûresi, 25/11), acıklı ve alçaltıcı azap olduğu (Hac Sûresi, 22/57), bunların amellerinin boşa gittiği (A’râf Sûresi, 7/147), hüsrana uğrayacakları (Yûnus Sûresi, 10/45), ahirette karanlıklar içinde kalacakları (En’âm Sûresi, 6/39), yüzlerinin simsiyah olacağı (Zümer Sûresi, 39/60), boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde cehenneme sürüklenecekleri bildirilmiştir. (Mü’min Sûresi, 40/71-73)


Kur’an-ı Kerim bu durumu bize şöyle haber verir:


“Aslında onlar gerçeği, hem de kendilerine (rahatça görüp idrak edebilecekleri açıklıkta) geldikten sonra, bile bile yalanlamaktadırlar. Bu sebeple de (onu inkârı nasıl izah edebilecekleri ve onun başkaları tarafından kabulünü nasıl önleyebilecekleri konusunda) tam bir kararsızlık ve karışıklık içindedirler.” (Kaf Sûresi, 50/5)


Böylesine bir kararsızlık ve şaşkınlık içerisinde olan yalanlayıcılar artık haktan saptıktan sonra asla bir noktada duramazlar. Gerçekleri kendi gönüllerine göre evirip çevirerek aslından çıkarırlar; bakırı yaldızlar, altın diye satarlar. Bu tür insanlar hiçbir zaman toplumun şuurlaşmasını istemezler.


Çünkü eğer halk doğruların farkına varırsa böyle insanların yalan ve hile üzerine kurdukları yalancı saltanatları da yok olacaktır. Bundan dolayı zahiren her ne kadar ferahfeza bir hayat yaşıyor gözükseler bile, saltanatlarının yalan üzerine kurulu olduğunu vicdanen bildikleri için, bunun elden gitmesi ihtimaline karşı da her daim korku ve endişe içerisinde yaşarlar. Bu korku, onları kendi halklarına karşı bile her zaman yabancı ve düşman kılar.


Zulüm, hakkı yerli yerine koymamak, yer ve zaman, nitelik ve nicelik olarak yanlışlık yapmak ve sapkınlığa düşmek, az veya çok tecavüzde bulunmaktır. Bunu yapan kişi ise zalimlik yapmış olur. Bu gerçeği yine Kur’an-ı Kerim bize şöyle haber verir:


Yalan (ve bâtıl itikatlar) uydurup bunları Allah’a mal edenden ve kendisine ulaşan doğruyu yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Kâfirler için cehennemde yer mi yok? (Zümer Sûresi, 39/32)


Zaten insanlık tarihi boyunca zulüm yapan zalimler de hep Allah’ı yalanlamışlardır. Hatta bu yalanlamada haddi aşarak öyle ileri gitmişlerdir ki hâşâ kendilerini, yalanladıkları “Allah” yerine bile koyanlar olmuştur. Bunun sonucunda ise dikta düzenleri ortaya çıkmış ve diktatörler, bu yalandan düzenlerinin devamı adına her türlü şenaati, zulmü irtikâp etmişlerdir ve dünyanın muhtelif yerlerinde bu zalimler hâlâ zulümlerine devam etmektedirler.


Gerçekte insan en büyük zulmü kendisine yapar. Kendisini karanlıklar içerisinde bırakır. Bu karanlıklardan çıkabilmek için de nefsinin peşinden giderek, türlü yollara sapar. Çare diye tutunduğu her bir dal elinde kalır ve bu durum insanı daha fazla zulme, karanlığa sürükler. Çünkü artık böyle bir kimsenin ilahı, nefsi olmuştur. O kişi nefsini ilah edinmiş ve onun emirleri doğrultusunda hareket etmektedir.


Kendi kendisini, yani nefsini ilah edinenden daha zalim kim olabilir? İşte böyle insanlar, sadece nefislerinin, heva ve heveslerinin peşinden gittikleri için, onların gerçekleşmesi uğruna her türlü yola başvururlar, kolaylıkla yalan söylerler, doğruları inkâr ederler ve başkalarına rahatlıkla iftira atarlar. Ama “şurası bir gerçek ki, zalimler asla felâh bulmaz, muratlarına ermezler.” (En’âm Sûresi, 6/21)


Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Ümmetimin sonunda yalancı deccallar olacak. Onlar, ne sizin ne de atalarınızın hiç işitmediği şeyleri anlatacaklar. Onlardan sakının!” (Müslim, Mukaddime 6).


Bu yalancılar kendi foyalarının ortaya çıkmaması için masumları karalayacaklar, olmadık ve akla hayale gelmedik iftiralarla birçok insanın hakkına girecekler ve hatta daha da ileriye giderek türlü zulümlerle yalanlarını pekiştirmeye çalışacaklardır.


Bazıları da bu yalancı deccalların meclislerinde bulunarak onlara alkış tutar, arka çıkar ve onların yalanlarını başka yerlerde yayarlar:


İbn Mes’ud (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Şeytan insan suretinde temessül eder ve bir cemaate gelerek onlara yalan şeyler söyler. Bir müddet sonra cemaattekiler dağılırlar. Onlardan biri:


“Bir adam dinledim, yüzünü de tanırım ama ismini bilmiyorum. Şöyle şöyle söylemişti.” diyerek (onun yalanını bilmeden tekrar eder.)” (Muslim, Mukaddime 7.)


Hz. Âdem’in kendisinden üstün olduğu hakikatini inkâr etmek suretiyle ilk yalancı olan şeytan, böyle zalimlerin meclislerinde temessül eder. Ya da denilebilir ki bu zalimlerin, deccalların kendileri zaten şeytanlaşmışlardır. İşte, böyle yalan ve iftiralarla zulüm yapan kimseler için ne bu dünyada ne de ahirette kurtuluş yoktur. Çünkü “Ayrıca kim, günahı sadece kendisine dönük bir kötülük veya (hırsızlık, cana kıyma gibi) başkalarına yönelik bir suç işler, sonra da onu masum birinin üstüne atarsa, hiç şüphesiz bir iftira ve pek açık, pek büyük bir vebal yüklenmiş olur.” (Nisa Sûresi, 4/112)


Böylesine büyük veballeri, sanki hiçbir zaman kendisine hesap sorulmayacakmışçasına korkmadan ve çekinmeden yüklenenlere ise ancak “acı bir azap” müjdelenmektedir:


Vay hâline her bir yalancı, iftiracı ve günahkârın!


O, Allah’ın kendisine okunup tebliğ edilen âyetlerini işitir, sonra da gurur ve kibrine kapılarak onları hiç işitmemişçesine inkârında diretir. Acı bir azapla müjdele onu! (Câsiye Sûresi, 45/7-8)


Yukarıdaki ayette anlatılan “yalancı, iftiracı ve günahkâr” Kur’an’da “effak” olarak zikredilir. Buna göre manası; abuk sabuk, saçma sapan, ağzına geleni geldiği gibi konuşan kimse demektir. Hiç düşünmeden her şeyi konuşan, hakka istinat etmeden, hikmetten uzak söz söyleyen, yani kitaptan, ilimden ve araştırmadan yoksun, habersiz, yalan söylemeyi alışkanlık haline getiren yalancı demektir.


Böyle yalancılar ne kadar çaba sarf etseler de hiçbir zaman hakikatin nurunu söndüremeyeceklerdir. Onların, en nihayetinde elde edecekleri kendilerine müjdelenen “acı bir azap” olacaktır. Çünkü hakikatin ışığı, nuru o kadar parlaktır ki hiçbir “effak” onu bir nebzecik bile olsun karartmaya güç yetirememiştir. Evet, güneş balçıkla sıvanamaz ve bunu yapmaya çalışmak sadece beyhude bir uğraştan ileriye gitmeyecektir.



http://ift.tt/1sWnfu1

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder