3 Şubat 2014 Pazartesi

Avrupa niçin kaygılı?

Avrupa niçin kaygılı?


Başbakan Erdoğan'ın Brüksel ziyareti ve Avrupa Birliği (AB) kurumları ile diyaloğunda en sık duyduğu kelime "kaygı" terimi olmuştur.




Bu hissi Avrupa Parlamentosu Grup Başkanları Toplantısı'nda, sağdan sola tüm politik grupların dile getirmesi yanında, Komisyon ve Konsey ile gerçekleştirdiği görüşmelerde de paylaşmıştı. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun (HSYK) yapılanmasını hedef alan ve bu kurumu Adalet Bakanlığı'nın bir dairesine indirgeyen, hatta yargı bağımsızlığının 2004 yılının da gerisine düşmesi kaygıların ana kaynağı olsa da, Brüksel'de giderek derinleşen kaygıların tek kaynağı değil. Brüksel ziyareti ile AB ilişkilerine önem verdiğini vurgulayan Başbakan'ı sert eleştirmemek için de "kaygı" vurgusu nazik bir mesaj olarak da kullanıldı. Ayrıca Gezi olayları ile yerleşen, yolsuzluk, paralel devlet, darbe veya dış mihraklar söylemleri, borsa ve liranın kriz sürecine girmesi tüm Avrupa'da kaygı ile izleniyor. Fakat kaygı kaynağı sadece son haftalardaki gelişmeler değil, son bir yıldır Türkiye'nin iç ve dış politikasını Avrupa'nın anlamakta zorlanması ve Türkiye nereye gidiyor, neden geriliyor sorusuna tutarlı bir cevap verememesi de oluşturuyor.


Avrupa son on yıldır Türkiye'yi biraz özenti, fakat genellikle örnek göstererek izlemiş, yer yer kâbusa dönüşen "Arap Baharı" için "model mi" veya "ilham kaynağı mı" kelimelerini tartışmış ve "ilham kaynağı" terimi kabul görmüştü. Türkiye'nin demokratikleşme süreci, AB ile müzakereleri, AKP'nin %50'lere varan bir siyasi desteği sağlayan, toplumu kucaklayan açılım politikası ve nihayet imrenecek düzeyde ekonomik kalkınma ve istikrar sergilemesi ilham kaynağı olmayı empoze ediyordu. Fakat bugün tüm bu olumlu havadan eser kalmamış görüntüsü veriyor Türkiye. Avrupa'nın da desteklediği 2010 Anayasa reformlarını "hata" olarak gören bir Başbakan, yolsuzluk soruşturması kapsamında istifa etmek zorunda kalan dört bakan, yolsuzluk yok, "darbe" var diyen, "paranoyak" ödüller alan çevresi, dış mihraklar söylemi ile en yakın müttefiklerini suçlayan bir başbakan, ve nihayet "faiz lobisi" söylemi ile ekonomiyi krize sürükleyen bir Türkiye var bugün. Bu radikal hava değişimini rasyonel olarak anlamak zor olduğu için, Brüksel kaygılı ve bu günlerde sisli havada yolu seçmeye çalışıyor. İsterseniz bu yol arayışını ve kaygı kaynaklarını ana hatları ile tartışalım.


Olası bir ekonomik kriz


Hemen söyleyelim, Avrupa'da en önemli kaygı kaynağı Türkiye'nin olası bir ekonomik kriz sürecine girmesidir. Son on beş yılın Türkiye'de gerçekleştirilen yatırımların dörte üçü Avrupa kökenlidir. Birçok firma ve bankanın içerisinde olduğu bu yatırım projelerinin olası bir kriz süreci ile etkilenmesi en önemli kaygı kaynağını oluşturuyor. Henüz "Euro krizi" olarak bilinen ve milyarlarca kayba uğrayan AB ülkeleri düze çıkmadan Türkiye üzerinden ikinci bir kriz dalgası ile karşı karşıya gelmek istemiyor. Ayrıca Türkiye artık herhangi ihmal edilebilinir bir ekonomi de değil, dünya ekonomisini etkileyecek boyutta bir ülke. Bu yüzden Brezilya, Arjantin gibi kalkınmakta olan ülkelerin bugünlerde yaşadığı sorunları derinleştirecek veya hafifletecek boyutta bir ülke. Avrupa Türkiye'de ekonomik istikrarın sürmesini istiyor, bu konuda emin olamadığı, borsa ve liranın erimekte olduğunu izlediği için, kaygılı.


Yolsuzluk meselesi ve paralel devlet söylemi


Sembol bir tarihe dönüşen 17 Aralık ve yolsuzluk süreci ile başlayan paralel devlet söylemi, cemaat ve Hizmet Hareketi'ne yönelik tüm suçlamalar Brüksel'de inandırıcı bulunmuyor. Türkiye politikasından sorumlu tüm aktörler bu konuya girmek istemediği gibi, iki açıdan kaygılı. Birinci kaygı dört bakan, hatta bir bakanı tarafından itham edilen Başbakan'ı da kapsayabilecek boyutta olduğu izlenimini veren yolsuzluk soruşturmasının başladığı ilk günden itibaren bugüne kadar 5 binden fazla polis ve 200’ü aşkın savcıyı kapsayan "atamalar" ile yolsuzluk meselesinin üstü örtülmek isteniyor izlenimi hakim. Başbakan bu izlenimi Brüksel'de doğrudan paylaşma olanağı buldu. Polis ve yargıyı kontrol ederek, "yolsuzluk yok, darbe var" algısı özünde Brüksel'de "yolsuzluk yok" olarak okunuyor ve pek inandırıcı bulunmuyor. Zira yolsuzluk Avrupa'nın da her gün boğuştuğu bir sorun ve ancak şeffaflık ve hukuk devletinin işlemesi ile üstesinden gelinecek bir mesele. Türkiye'de bugünlerde şeffaflık olmadığı gibi, hükümetin savcılar ve polislerin üzerine gitmesi, havayı iyice karartıyor. İkinci gerekçe ise yolsuzluk meselesinde olması gerektiği gibi, olası bir "paralel devlet" veya devlet içerisinde örgütlü bir "çete" meselesinde de tek çıkar yolun hukuk devleti ve hukuk devleti kurallarının işletilmesi olduğunu düşünüyor Brüksel. Bu tür bir süreç ise işletilmiyor. Hatta büyük bir ihtimalle masum yüzlerce devlet memuru, görevinden alınarak "çete" üyesi olmak gibi ağır bir suçlama ile itham altına alınıyor. McCarthy veya 12 Eylül sonrası 1402 No'lu kanun kapsamında memur kıyımlarını andıran bu uygulama, "bir-iki yüz polisin tayini" olmadığı için Brüksel'de kaygı ile izleniyor.


Yargı bağımsızlığı ve HSYK Kanunu


Yolsuzluk soruşturmalarının arefesinde yargı bağımsızlığını hedef alan ve HSYK'yı Adalet Bakanı'na bağlayan kanun teklifi Brüksel'de en önemli sorun oldu. Yargı bağımsızlığı 1998'den beri her yıl yayınlanan "ilerleme raporlarında" önemli bir yer ediniyordu. Adalet Bakanı'nın HSYK yeri açısından, adli kollukla ilgili eleştiriler olsa da, 2010 Anayasa reformları ile yargı bağımsızlığı konusunda önemli adımlar atıldı. AB Komisyonu ve Avrupa Parlamentosu Sadullah Ergin'in uygulamada sergilediği tutumdan memnundu ve son iki yıldır bu konuda olumlu mesajlar veriyordu. Hükümetin yasa tasarısı Türkiye'de yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının 2004 öncesi döneme dönüşü olarak yorumlandı ve bu kanun geçerse, "Türkiye artık hukuk devleti değildir" tespiti yapmak zorunluluğu doğacaktı. Bu tür bir tespitin AB-Türkiye ilişkilerindeki olası sonuçlarını gören ve Türkiye'nin üyeliğine sıcak bakan kaynaklar büyük kaygı duydular ve bu kaygılarını Başbakan ile Brüksel ziyaretinde paylaştılar.


Hükümetin kanun tasarısını Meclis gündeminden alması Avrupa'yı rahatlattı diyebiliriz. Rahatlattı zira olası bir olumsuz süreci durdurduğu gibi, Türkiye de devlet kurumlarının bu tür antidemokratik süreçlere karşı dayanıklı olduğunu gösterdiği gibi, AB normlarının önemini de vurguladı. Cumhurbaşkanı'nın 'AB ve Venedik Komisyonu normlarının gerisine düşülmeyecek' mesajı bu açıdan önemli idi. Bu konuda tek kaygı bu tasarının önümüzdeki günlerde buzdolabından alınıp tekrar gündeme gelmesi. Brüksel'de bir kısım politikacı göreve geldiği ilk iki hafta içerisinde eskiyen yeni adalet bakanının açıklamalarına ve olası bu tür bir tehlikeye işaret ederken, birçok politikacı bu tasarının artık tekrar masaya gelmeyeceği beklentisinde. Ankara bu tür kaygıları giderici mesajlar verirse, yargı bağımsızlığı konusunda oluşan kaygıları aşabilir. TÜSİAD başkanının yargı bağımsızlığının önemine ekonomik açıdan vurgu yapması, bir bakıma Brüksel'in konuya bakışını da yansıtıyor.


Kürt meselesi ve açılım politikası


Oslo süreci ile başlayan ve bir yıl önce devlet politikasına dönüşen "açılım" politikası sadece Leyla Zana gibi Kürt kökenli politikacılar tarafından değil, Brüksel'de de büyük umut ve takdirle karşılandı. En önemli umut kaynağı 2010 reformları ile toplumun yüzde 58'ini arkasına alan ve yüzde 50 gibi bir oy oranı ile iktidarını sürdüren AKP ve partinin güçlü lideri Erdoğan bu sorunu çözebilir inancı oldu. Bu umut hâlâ sürüyor, hayal kırıklığına dönüşür mü, sorusu tartışılsa da. Bu konudaki kaygı kaynağını Anayasa sürecinin tıkanması yanında, Kürtlerle süren müzakerelerin kurumsal ve yasal altyapısının ihmal edilmekte olduğu oluşturuyor. "Türklük" temelleri ve Kürtlerin inkârı üzerine inşa edilmiş 12 Eylül anayasası ile Kürt sorununda kalıcı bir çözüme gidemeyeceğini öngörmek zor değil. Kürtçe televizyon, anadilde eğitim, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi gibi önemli adımlar atılmış ve bir yıldır silahlar susmuş olsa da, kırılgan bu sorunun geleceği konusunda kimse önünü göremiyor. Sadece Kürtler için değil, Avrupa için de bu belirsizlik kaygı kaynağını oluşturuyor. Paris suikastları ve bu konuda basına yansıyan haberler, açılım politikasını dinamitlemek isteyen güçlere işaret etmesi insanları kaygılandırıyor.


‘Dış mihraklar, faiz lobisi' ve ‘Danışmanlar'


En önemli kaygı kaynaklarından biri, ABD, AB ve İsrail yanında "Yahudi lobisini" hedef alan ve Gezi olayları ile dillendirilmeye başlayan söylem oluşturuyor. Sorun bu tür ve benzer paranoyak düşüncelerin savunulmasından değil. Paranoyak söylemler Avrupa'da da yaygın. Sorun bu tür söylemlerin hükümet içerisinde rağbet görmesinden, yer yer bazı bakanlar tarafından savunulmasından kaynaklanıyor. Önemli karar mercilerinin pek rasyonel olmadığı algısını güçlendiren bu tür gözlemler, önemli bir kaygı kaynağı oluyor. Bu yüzden ülkeyi on yıl boyunca oldukça başarılı yürüten, zeki bir politikacı olduğundan şüphe duymadığımız Başbakan'ın "yeni çevresi" de Brüksel'de tartışılıyor.


Toparlarsak kaynamakta olan Ortadoğu ve Arap dünyasından kaygılı olan Avrupa, "ilham kaynağı" ve bölgede önemli bir istikrar unsuru olarak gördüğü Türkiye'nin son aylardaki sergilediği havadan oldukça rahatsız. Umarız bugünlerde yaşanan kriz, ülkenin önünü açan bir sürece dönüşür ve Türkiye demokratik siyasi sürecin işlemesi ile, sadece yolsuzlukları berrak bir şekilde sorgulamakla kalmaz, ekonomik ve siyasi krizinden de güçlenerek çıkar. Bunun altyapısı yok değil, iş siyasi aktörler ve kurumların elinde.



http://ift.tt/1nHlKMX

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder